31 Aralık 2010

Herkese mutlu seneler!!!


ABBA'dan 'Happy New Year' ile size iyi dileklerimi sunmak isterdim ama malum, fizy'miz mahkeme kararıyla engellendi.

Beş gündür yakamı bırakmayan nezle sayesinde bu akşamı evde geçireceğim gibi gözüküyor. Benim durumumda olanlar için buyrunuz tüyolarım:

-İyi bir, hatta birkaç Noel/Yılbaşı temalı film DVD'si edinin. Misal; How The Grinch Stole Christmas, Love Actually, Polar Express.
-CD'lerinizi seçip iTunes'da playlist oluşturun ki ikide bir laptop'la uğraşmayın.
-Evde tek başınıza dahi olsanız yılbaşına uygun giyinin ve saçınızı, makyajınızı yapın.
-TV kanallarının programına önceden bakın, zapping esiri olmayın gece boyunca.
-Yakında oturan arkadaşlarınızın programını sorun, onlar da aynı durumda olabilir ve birinin evinde buluşabilirsiniz.
-Mutfakta çok uğraşmayın ama iyi bir şeyler yiyin. Peynir ve şarküteri çeşitleri sofranızda mutlaka olsun.
-Kırmızı şarap ve köpüklü şarap/şampanya günün ruhuna en uygun içkiler. Ama sevmiyorsanız da kasmayın, iyi bir bira veya rakı da keyfinizi yerine getirmeye yeter.
-Mum yakın, lambalardan birini kapatın.
-Oyunları oldukları yerden çıkarın ve gözünüzün önünde bulundurun. Tombala bile günü kurtarabilir, bana inanın!


2011'de görüşmek üzere!!!

Yılbaşı hediyesi




Zeckié
tasarımlarına bayıldığımı biliyorsunuz artık. Mağazaya her gidişimde bir şeyler alırken bazı parçaları da aklımın köşesindeki 'bunu diğer gelişimde mutlaka alacağım' köşesine eklerim. İşte o köşedeki yüzüklerden biri bugün sevgili arkadaşım Zekiye'den yılbaşı hediyesi olarak gelince ne kadar sevindiğimi tahmin edersiniz. Hemmen fotoğrafını çekip sizinle paylaşmak istedim. Bu arada fonda gördüğünüz broşu da zamanında Zeckié'den almıştım, hala -aynısı olmasa bile başka renklerini- mağazada bulabilirsiniz.

26 Aralık 2010

Noel kurabiyesi



Her sene Noel-Yılbaşı yaklaşınca kurabiye yaparım. Hep farklı bir kurabiye yapmaya niyetlenerek sonunda aynısını yaparım. Bu yıl ilk kez artık benimle özdeşleşmiş kurabiyemi yapamıyorum çünkü fırınım çok küçük... The House Cafe'nin hediye ettiği bir kavanoz dolusu Yılbaşı kurabiyesi (şu yukarıda gördüğünüz) bu anlamda hızır gibi yetişti. Ama yine de insanın kendi yaptığı kurabiye bir başka oluyor...

Yapmak isteyen olursa diye tarifini paylaşıyorum; çok çok basit ve lezzetli. Zamanında ben de internetten bulmuştum.

Malzeme:
-125 gr margarin
-1,5 çay bardağı pudra şekeri
-1,5 çay bardağı çekilmiş ceviz
-1 paket vanilya
-2,5 su bardağı un
-tarçın
-zencefil

Yapılışı:
Eritilmiş margarin ile pudra şekerini çırpın, diğer tüm malzemeyi de ekleyip yoğurun. 0,5 cm kalınlığında kesip kalıplarla kesin ve yağlanmış tepsiye dizip fırına verin.

Icing yaparsanız daha güzel gözüküyor. Evde uğraşmadan Dr Oetker'in hazır renkli icing'lerini kullanmanızı öneririm.

Yaparsanız bana da haber verin! Şimdiden afiyet olsun...

17 Aralık 2010

Noel/Yılbaşı playlist'i



Noel şarkıları değiller ama bence çok yakışıyorlar. Yemek sırasında arkadan tatlı tatlı çalmak için veya ev partisinde (teenager kıvamında olanlardan bahsetmiyorum) çalmak için kopya çekebilirsiniz.

-Manhattan/Anthony Warlow
-Baby It's Cold Outside/Rod Stewart
-Mack The Knife/Robbie Williams
-Let's Do It, Let's Fall In Love/Ella Fitzgerald
-It's Oh So Quiet/Lisa Ekdahl
-A Snowglobe Christmas/Pink Martini
-Don't Know Why/Nora Jones
-It Was A Very Good Year/Frank Sinatra
-Down With Love/Michael Bublé
-Home/Michael Bublé
-Walkin' My Baby Back Home/Nat King Cole
-Last Christmas/WHAM (Bunu eklemeden edemedim!:)

13 Aralık 2010

Hediye sorunsalı



Yılbaşı yaklaştı. Bahse girerim henüz hediyelerinizi almadınız! Ben 10-30 Aralık arasında ters açıda duracak Merkür'ün korkusuyla alışverişimin çoğunu tamamladım. Yakınlarınıza hediye almak kolay da, zevklerini iyi bilmediğiniz, hele ki arada biraz da resmiyet bulunan müşteri, çalışan gibi kişilere hediye seçmek bir dert.
Derdinizin devası: Momento. Biliğiniz hediye çeklerinden farklı. 'Al şu parayı da üstüne başına bir şey al' mesajı vermiyor. Karşınızdakine deneyim hediye ediyorsunuz. Bir restoranda çift kişilik yemek, windsurf, paintball, cilt bakımı, kuaför hizmeti, dans dersi gibi onlarca farklı seçenek sunuyor, birini seçip kullanıyorsunuz.

Özellikle müşterilerine her yıl saçma sapan hediyeler gönderen firmaların bu yıl Momento'yu keşfetmiş olmasını diliyorum.

10 Aralık 2010

Yılbaşı stili

Yılbaşı stili
Yılbaşı stili by shibafu featuring christmas tops
Yılbaşında siyahlara bürünmeyin, cart kırmızı giyerek Noel Baba'ya da benzemeyin. Buyrun size Shibafu'nun stil önerisi...

İpek elbise, Jason Wu. Clutch, Alexander McQueen.

09 Aralık 2010

Ayın bakımı




Bu aya özel her şeyi çok seviyorum! Misk Nail Spa sadece Aralık ayında elma-tarçın manikür ve pedikür uyguluyor. Önce el ve ayak saunası, ardından ev yapımı ılık elmalı peeling ve son olarak tarçınlı nemlendirici losyon uygulanıyor. Son dokunuş Essie'nin kış renkleriyle yapılıyor. Neyin moda olduğunu bırakın şimdilik, Aralık rengi kırmızı, tarçın, bordo tonları; bunlardan birini sürdürün. Ojenizin kurumasını beklerken tarçınlı elma çayınızı yudumlamayı da ihmal etmeyin.

Manikür 40 TL Pedikür 47 TL Combo 80 TL.


Tıklayın: Misk Nail Spa




06 Aralık 2010

Mutlaka tanışın: D+Design






Yaratma yeteneği olan insanlara bayılıyorum. İtalya'da yaşayan ve 'dpiudesign' adı altında illüstrasyon yapan Dilek Peker de bu bayıldığım isimlerden. Kendisi Japon tarzı çalışmalar yapıyor. Beyaz saçlı kızlar alamet-i farikası. Yukarıda gördüğünüz cupcake'li kız posterini duvara astığımdan beri mutfakta daha fazla vakit geçirir oldum. Evinize, ofisinize ruh katmak ya da yılbaşında arkadaşlarınıza özel hediyeler almak için doğru adres.

İşlerini görmek ve satın almak için tıklayın: dpiudesign


05 Aralık 2010

In the mood for winter




5 Aralık itibarıyla havalar nihayet soğudu, kazaklar çıktı, kaloriferler yandı ve kış moduna girildi! Soğuktan nefret etsem de doğanın dengesinin bozulmasından daha fazla nefret ediyorum.

Aralık en güzel kış ayı bence, çünkü ay boyunca Noel/Yılbaşı/Hannukah (sizin çin hangisi daha önemliyse onu seçin) ruhu var heryerde. Zencefilli kurabiyeler, tarçınlı kekler, süsler, hediyeler... Seviyorum ulenn!

Ben de ilk süslerimi yaptım ve astım. Yapması çok basit, kağıdı katlayıp kar tanesi şeklinde kesiyorsunuz ve eritilmiş muma batırıyorsunuz. Mum kağıdın şeffaflaşmasını sağlıyor, böylece ışığı geçiriyor cama astığınızda.

Aralık boyunca hediye önerileri, kurabiye tarifleri, aya özel tavsiyeler için Shibafu'yu takip edin!

29 Kasım 2010

Ladurée Bebek



Biliyorum bıktınız bu muhabbetten; geliyor, geldi vs. Bu yüzden kısa kesiyorum. Nihayet açıldı Ladurée Bebek. Zaten hafta sonu yolunuz Bebek'e düştüyse yürüyen üç kişiden birinin elinde Ladurée poşeti olmasından da anlamışsınızdır.

Dükkan pek güzel. Cep telefonumun şarjı bitmiş olduğundan fotoğrafını çekemedim, paylaşamıyorum. Oturacak yer olmaması handikap, alacağınızı alıp gitmek zorundasınız. Hani içeride biraz fazla vakit geçirdiğinize bile kalabalık yaratmış oluyorsunuz.

Şimdilik sadece macaron (10 çeşit) ve birkaç çeşit şekerleme mevcut pastane ürünü babında. Cupcake, tartölet benzeri ürünler henüz gelmemiş. Reçel, çay-kahve, hediyelik eşyalar da rafta yerlerini almışlar. Plastik çantaları pek güzel! (Doğum günüm Mart'ta, ilgililere duyurulur =)

Macaron'a gelince. Tatları tam da beklediğim gibi nefis! Fiyatları tam da beklediğim gibi, yüksek (3,25 TL).

Müşterilerin her adımını köşeden izleyen suratsız sahipleri ve Ladurée adını moda dergilerinde görüp ot diyetlerine aykırı olduğu halde trend olduğu için koşa koşa macaron yemeye gelmiş  -so called- fashionista'lar da olmasa tadından yenmez.

Sonuç:
Köyümüze geldi Ladurée! Hastası olduğumuz tat artık yanıbaşımızda. Yani; Paris'e gitmek için bir sebepten daha olduk. "Ladurée macaron'larının hastasıyım şekerim" beyanatının hiçbir havası kalmadı...  Ladurée öldü, yaşasın Pierre Hermé!

22 Kasım 2010

Beyrut







Gittik, gördük, yedik. 

Evet, Beyrut tatilimizin özeti bu olurdu. Hotels.com'dan seçtiğimiz berbat otelimiz dışında her şey harikaydı. Şehrin büyük bölümünü yürüyerek gezdik, şehir dışına gitmek içinse araba kiraladık. Trafik Beyrut'a dair en korkunç şey. Benzin sudan ucuz olduğundan ve toplu taşıma olmadığından herkes arabayla sokakta. Ve 30'luk bir kadından 70'lik bir adama herkes dolmuşçu gibi kullanıyor. Ne yol verme nezketi, ne trafik kurallarına uyma, sadece ve sadece korna! Eh, İstanbul trafiğinde araba kullanmayı öğrenmiş insanlar olarak çabuk uyum sağladık, ikinci gün yeşil yanar yanmaz biz de kornaya abanarak şehrin armonisini bozmadık.

Beyrut hakkında fazla şey yazmak istemiyorum; zaten her yerde var... Hala savaşın izlerini taşıyan ama ayakları üzerinde doğrulmuş bir şehir. İstanbul'da açıldı diye zil takıp oynadığımız Ladurée, H&M, Uterqüe gibi mağazalar kim bilir ne zamandır orada var. Burada henüz olmayan bazı butikler (mesela Christian Louboutin, Elie Saab... Harvey Nichols'ta veya Beymen'de satılmaları bir şeyi değiştirmiyor) orada mevcut. Ama Beyrut'a özgü yiyecek dışında bir şey bulmak pek mümkün değil.

Yediğimiz hiçbir yerde yanılmadık, her biri mükemmeldi! Gidecek olanlara adres verebilirim.

Gelelim ipuçlarına;

-Beyrut'a gidip de Amerikalı turistler gibi İtalyan lokantalarına ya da Burger King'e saldırmayın, Lübnan mutfağı enfes.
-Arap kahvesi Türk kahvesine çok benziyor, sunumu mırra gibi; için.
-Arak rakının biraz daha içimi kolay olanı. Ağzına kadar su ve buzla servis ediyorlar.
-Araba kiralayın, toplu taşıma yok.
-Sakın sadece Beyrut'a takılıp kalmayın, etrafında keşdefilecek pek çok güzel yer var. Örneğin Hareessa, Byblos, Jeitta Grotto...
-Golden Tulip Hotel de Ville'de kalmayın.

20 Kasım 2010

Evde cupcake



Yemek, özellikle de pasta kitaplarına bayılıyorum. Kütüphanemde onlarcası bulunuyor, ama şimdiye dek pek azından bir şey denedim. Ama en son elime öyle bir kitap geçti ki, kurabiyeler, pastalar, cupcake'ler yapmak için sabırsızlanıyorum! Neden yapmıyorsun diye sorarsanız; misafir gelmesini bekliyorum ki hepsini ben yemeyeyim!

Kitabın ismi 'Butik Pastacılık'. Atölyelerinde pasta workshop'ları da düzenleyen Işıl Sözer ve Berna Gürşen tüm bilgilerini bu kitapta toplamış. En temel malzeme ve teknikler, süsleme, pişirme, ne ararsanız iinde mevcut. Fotoğraflar ve tasarım da gayet iç açıcı. Mutfakta vakit geçirmeyi sevenlere iyi bir yılbaşı hediyesi olur. Fiyatı 60 TL.

10 Kasım 2010

Yeni Lübnanlı



Şehrin klasiklerinden Hilton The Roof Restaurant kapandı ne yazık ki. Ama üzülmüyorum çünkü yerine çok daha ilgimi çeken Al Bushra açıldı. Yine Hilton şıklığı, nefes kesen Boğaz manzarası ancak masanızda bu defa Lübnan mutfağından örnekler var.

Dün akşamki tadımda pek çok spesiyali deneme şansına eriştik. Zaten Lübnan mutfağı sevdiğim için parmaklarımı da yedim diyebilirim. Kabbeh Nahey, Samboussik, Falafel, humus, kebap, künefe ve adını bilmediğim/hatırlayamadığım daha birçk şey.

Favorilerim: Labneli haydari (vallahi adını zerre hatırlamıyorum idare ediverin), soğanlı patlıcan ezmesi humus, tabule, kebap, ceviz tatlısı ve künefe.

Bir tek yaprak sarması (Warakenab) çok fazla damağıma hitap etmedi.


Benim için bir Lübnan öndeneyimi oldu. Cumartesi Beyrut'tayım. Şimdiden herkese iyi bayramlar!


Al Bushra
Hilton İstanbul, Harbiye
0212.343 80 81

P.S. İstanbul'da Lübnan mutfağını Al Jamal'de ve yakında açılacak olan Nomads'de de deneyebilirsiniz.

05 Kasım 2010

Burgonya şarabı dudaklar







Dün Inglot'nun lansmanı vardı. Birçok ürünü görme ve deneme şansımız oldu. Ojelerde renk ve ton sınırlaması yok! Bir tane seçme hakım vardı, mat fuşyadan yana kullandım. Ama o yeşiller, morlar, bejler fena halde aklımda kaldı.
Rujlarda ise seçimimi bordomsu (burgundy daha çok) bir renkten yana kullandım. Yukarıda gördüğünüz palette en soldaki. Dudağımda da onu görüyorsunuz, ürün kodu 65. Ortadaki nude ve sağdaki kırmızı ise standart olarak bizim için seçilmişti. kırmızı her zaman favori ruj rengim ama nude pek kullanmam. (Bana hep Bülent Ersoy'u hatırlatır o renk dudaklar!) Ama madem suluboya paleti gibi, neden bu tonları karıştırıp farkı renkler elde etmeyeyim?

Inglot'nun takma kirpiklerine de mutlaka göz atın, M.A.C'ten çok daha fazla çeşit barındırıyor. Pembe kuş tüylerinden, fıstık yeşili simli kirpikler dahi var. Peki sizde onları taşıyacak cesaret var mı?

Kasım stili

02 Kasım 2010

Favori Pantonen ne?





Pantone renk kataloğunu dergi karıştırır gibi karıştırırım bazen. İçindeki tonlar bir hayli ilham verici. Pantone'nin defter, sandalye, fincan gibi çeşitli ürünleri var şimdi piyasada. Bu sabah Bilstore'da bir adet Pantone defter, bir de Pantone kupa hediye ettiler. Kupalarda zaten gözüm vardı ve edinmek istiyordum. (Bilstore Şişhane mağazası içindeki kafede kahveniz bu kupalarla ikram ediliyor) Şansıma çok da bayılmadığım bir mavi denk geldi, en kısa zamanda maviyle uyumlu bir renk kupa daha almayı planlıyorum ki gözüme biraz daha anlamlı gözüksün.
Defterin rengiyse güzel olmasına güzel ama Moleskine çakması ne yazık ki. En büyük eksisiyse mavi renk sayfaları.
Defteri boşverin ama fincanlardan (espresso boyu da mevcut) bir takım edinin.

22 Ekim 2010

Etsy alışverişim




İnternetten alışverişi seviyırum. Aslında alışverişin her türlüsünü seviyorum ama internetten alışverişin şöyle bir artısı var: Aldığınız ürün birkaç hafta sonra hiç beklemediğiniz bir anda size paket içinde geliyor ve sanki hediye almış gibi hissediyorsunuz!

Bundan 10 gün evvel sıklıkla kullandığım strawberrynet bana bozuk parfüm gönderdiğinde internetten alışverişe tövbe etmiştim. Sadece bir gün sürdü bu tövbem! Arkadaşım Dilek bana Etsy'den beğendiği birkaç dükkanın linkini göndermi. Orada bir broşa aşık oldum ve hemen sipariş ettim.

Ürün ertesi gün Romanya'dan kargoya verildi, vee az evvel elime geçti. Şimdiye dek internetten yaptığım alışverişlerin en tatmin edeni bu oldu diyebilirim.

Bir defa çok güzel paketlenmişti, kırılacak bir rün olmamasına rağmen baloncuklu zarfa konmuş iyice sarılıp sarmalanmış.

Zarfın içinden fotoğrafta gördüğünüz sarı puantiyeli hediye paketi çıktı. Bir de sevimli kart iliştirilmişti yanına.

Kartta simli pembe kalemle yazanları fotoğraftan okuyamıyorsunuz, ters çektiğim için. Şöyle yazmış satıcı: "Thank you so so much for everything. Wish you all the happiness in the world. Hi, Hi."

Doğum günümmüş gibi hissettim!

Broşa gelince, tam beklediğim gibi. Hemen hırkamın yakasına iliştirdim bile. Üzerindeki kızı arkadaşlarım bana benzetti! Hehe

www.etsy.com

20 Ekim 2010

Çorap mevsimi


Bu mevsime dair en sevdiğim şey, her türlü çorabı giyebilmek. Çorap delisiyim ezelden beri. Renkli, soket, yünlü, ince, külotlu jartiyerli dantelli, simli, desenli, pullu; onlarca çorabım var. Calzedonia favorim ama Penti, Berk ve aslında çorapçı olmamalarına rağmen Accessorize, Oysho, Mango, Zara da sık sık çorap aldığım yerler. 

Bir de bakıp bakıp da fiyatları diğerlerine oranla biraz daha yüksek olduğundan almaktan hep caydıklarım var; Falke ve Wolford. (Bu ikisi yan yana gelince sebest çağrışım yaptı: Blair Woldorf'un favori çorap markası Falke, hatta Mr. Bass onun için ta Almanya'lardan alıp getirmişti hatırlarsanız. Tamam bir süre dizi izlemeyeceğim söz!)

Her neyse, almıyor olmam bakmamı engellemiyor pek tabii. Falke'nin yeni sezonuna bakmak için internet sitesini ziyaret ettim geçen gün ve bu aşağıdaki fotoğraf beni karşıladı. Olmuş mu ama Falke yaa! O çıplak yakışıklı adamın yanına bir de kurt koyup ayağına pembe çorap giydirmek olmuş mu! Hadi giydirdin, ayakların o pozu nedir lütfen söyle bana... Vallahi çorap alasım kaçtı.






18 Ekim 2010

Mama said: Pizza time!



Eve en son ne zaman kalın hamurlu, bol yağlı Amerikan tipi pizza söyledim hatırlamıyorum. Mc Donald's'a son gidişimden önce miydi sonra mı?

Ama bu ara sık sık pizza söylemeye başladık. TV karşısında kola veya birayla tüketmiyoruz, hayır. Kırmızı şarap eşliğinde, incecik İtalyan çıtırı pizzaları arkadaşlarımızla veya güzel bir DVD izlerken mideye indiriyoruz. Bize bu zevki yaşatan Mama. İstanbul Doors'un önce Rumelihisarı, birkaç ay evvelse Nişantaşı'nda açtığı pizzacı evlere de servis yapıyor. Makarnalar, salatalar, tatlılar da var ama pizzasını tek geçerim. Bir de başlangıçlardan karamelize soğanlı ve erimiş parmesanlı sarımsaklı ekmeğini mutaka deneyin, bana teşekkür edeceksiniz, buraya yazıyorum!



Mama comes to you!
mamapizzeria.com

12 Ekim 2010

Paris, I love you



Bir süredir burnumda tütüyor Paris. Place des Vosges, Ladurée (neyse ki bir aya kendisi buraya geliyor), Angelina'nın sıcak çikolatası, mont blanc pasta ve bol bol şarap&peynir. St. Felicien favori peynirim ve şu ana kadar Fransa dışında rastlamadım izine.

Tam da bu duygular içindeyken Gossip Girl dördüncü sezonun ilk bölümlerinin Paris'te geçmesi içimi bir hoş yaptı. Yukarıda gördüğünüz Blair Waldorf fotoğrafı o kadar klişe ama bir o kadar istediğim şey şu an.

07 Ekim 2010

Sweet macaron o'mine


Macaron ile 2003'te Paris ziyaretim sırasında tanışmıştım. Arkadaşım Lucie beni Champs Elysées'deki Ladurée'ye götürmüştü ve kocaman bir kutuya onlarca çeşit doldurtmuş, afiyetle yemiştik.

İstanbul'da Beyaz Fırın yapmaya başladı önceleri. Paul'de de satılıyordu yanılmıyorsam. Sonraları popülaritesi artmaya başladı ve Divan, Kitchenette hatta son olarak Bread's gibi pekçok yerde bulunur oldu. Hatta o kadar yıldızı parladı ki bir zamanların efsane 'kurupasta'sının yerini aldı!

DÜn üç ayrı davete katıldım, üçünde de macaron ikram edildi. Buna ne demeli?

Ama Ladurée'de aldığım tadı başka hiçbir yerde bulamadım. Paris'e tekrar gittiğimde veya arkadşlarım gittiğinde hep Ladurée'den sipariş verdim.

Veeee.... Oh la la!


Ladurée Kasım ayı itibariyle Bebek'te şube açıyor! Paul kapandığında çok üzülmüştük ama yerine Ladurée'nin geleceğini duyunca üzüntüm epey hafifledi.

Ladurée'nin yokluğunda yediklerimle ilgili ufak ipuçları:


Divan; gayet başarılı. Passion fruit'lusu nefis. Ama bayatına da denk gelebiliyorsunuz.
Baylan; en başarılılardan.
Paul; iyi ama az miktarda ve az çeşitte bulunuyor. Menekşelisini bulursanız tereddüt etmeyin.
Beyaz Fırın; başta iyi değildi ama sonraları düzelttiler Kutuları, çeşitleri vs pek başarılı.
Patisserie de Pera, Pera Palace; gördüğüm en macaron'a benzemeyen macaron. Tadı da pek olmamıştı.
Kitchenette; uzak durun! Yediğim en kötülerden.
Bread's; kesinlikle yediğim en kötüsü.

Diğerlerini değerlendirmeye dahi tabi tutmuyorum.

Cinayet modası



Moda dergilerini karıştırmayı, trendleri takip etmeyi, vitrinlere bakmayı çok seviyorum. Hatta bir dönem moda dergisinde çalışmaya heveslenmedim değil. Ancak son modanın estetikten, zevkten, etik değerlerden iyice uzaklaştığını ve sorumsuzca tüketime dönüştüğünü farketmemle ilişkimiz bozuldu.

Çıktığı günden bu yana düzenli olarak takip ettiğim Vogue Türkiye'yi bıraktım ilk olarak. Ekim sayısındaki aksesuar ekinde üzerinde hayvanın kafası bulunan kürk bir çantaya yer verdikleri için. Moda için kan akıtmak... Üstelik bunun güzel gözüktüğünü zannetmek... Daha da ötesi bunu kitlelere kabl ettirip talebi ve tüketimi arttımak için dergiye koymak... Asla anlamayacağım ve kendimi teslim etmeyeceğim şeyler... Bunun hiçbir etik değerde veya maaş hesabında karşılığı yok.

Dün Beymen Academia'nın tanıtımı yapıldı. Nefis bir koleksiyon ama kürk dolu... (Yukarıdaki fotoğraf oradan) Ve orada bulunan moda aşıklarının biri bile bunu yadırgamıyor, herkes ceset/ceketlerin önünde kocaman gülücüklerle poz veriyor.

Ben miyim tuhaf olan?

And all that jazz!



Yıl 2000, GSÜ Müzikal ve Drama Kulübü'nde ilk kez müzikal icra etmeye başlıyorum. Daha koroya gireli 2-3 ay olmuş ki on kişilik bir ensemble için seçiliyorum. Hayatımda ilk kez sahnede şarkı söyleyeceğim, üstelik kalabalık bir koronun içine kaynamaktansa on kişiyle birlikte sahnenin önünde, koreografiyle! Şarkımız, sahnede özgüvenin tavan yapması gereken All That Jazz. Tahmin edersiniz ki berbattım =) Yine de All That Jazz hep özeldir benim için...

Geçen yıl Broadway'de izleme şansına sahip olmuştum Chicago müzikalini. Beklediğim gibiydi her şey. Velma'yı oynayan kadına hayran kalmıştım. Geçen hafta ise TİM Maslak Show Center'da izledim. Prodüksiyn birebir aynıydı sanıyorum. Ancak elbette ki İstanbul aleyhine iki majör fark vardı.

1. Kadro
Broadway'de yıldızlar sahnededir. Çoğu Tony ödüllü, başka prodüksiyonlarda beğeni toplamış ve o camiada meşhur isimler. Turneye çıkanlar ise normalde koroda yer alacak oyuncular.

2. Seyirci
Yüksek sesle şarkılara eşlik eden mi dersiniz, oyuncular daha selam verirken paltosunu giyip salonu boşaltanlar mı. Doğru yerde alkışlamayı becerenlere madalya takacaktım, o derece.

Yine de gidilmesi, görülmesi gerek. Özellikle de her fırsatta magazin kamerlarına "en büyük hayalim müzikalde oynamak" diyenler, Lüküs Hayat'ı on defa ayakta alkışlayanlar (alkış Zihni Göktay'a ise o başka), Haldun Dormen'i müzikal yönetmeni zannedenler izlesin.

Come on babe!

01 Ekim 2010

Nostalji kafası

Sonbahar havasından mı bilmiyorum ama eskiden çok sevdiğim birkaç şarkıya sardım birkaç gündür. Senelerdir dinlememiştim bazılarını. Fizy'den bulup bir kez dinleyince yetmedi, tekrar tekrar dinledim.. Bazı şarkılar bana başa şarkıları da hatırlattı, onarı da ekledim listeme. Gözümün önüne eski fotoğraflar, kokular, artık görmediğim kişiler geliyor. Nostalji böyle bir şey; en kötü anı bile güzel, hatta komik gelebiliyor.

Önce playlist'i veriyorum, ardından birkaç anı. Okuyup da anımsayan lütfen mesaj atmaktan ve unuttuklarımı paylaşmaktan çekinmesin!

OST
-Muse/Unintended
-Kargo/Yıllar Sonra
-Rialto/Monday Morning 5.19
-Fastball/The Way
-Polaris/Waiting for October
-Metallica/Mama Said
-Sex Pistols/My Way
-Pixies/Where's My Mind
-The Prodigy/Breathe
-Rammstein/Engel
-Die Toten Hosen/Freitag der 13.
-Depeche Mode/Barrel of a Gun

Flashbacks
Kırmızı saçlar... bej Converse... sarı gömlek... kantinde Rıfkı... ev partileri; Tabu, balkonda sigara (ben  içenleri balkona tıkan kişi oluyorum tabii ki), video, 'Southpark: Bigger, Longer, Uncut', şişe çevirmece... airportcoffee... Pete&Pete... Almanya... Taksim... bira... Dude, Where Is My Car... davul... punk rock... Kenny's Dead... Rabbits from 62... Bronx... Pendor... Catharsis... Taksim Doors... ex nihilo nihil fit&ding an sich... turuncu... Atlas Pasajı... Subway, Mosquito, CafeShop... Akmar... Ibanez... Martin... Dr Martens... renkli saç spreyleri... Eastpack... Diddl ajanda... Rugrats, Angelica... Aaah Real Monsters!.. Clarissa... Star Wars... Mc Donald's... Foubleu... trapez...  MIRC... ICQ... Krebstar... zing bum tafarel... ferük... silik... böcek...direk... mercimek ahmet... "good girls don't go to the discos but bad girls go to the discos"... "soyez sages comme des images"... let the sunshine in... it's because little Fantine won't give him his way... 7.15 Karaköy vapuru... Filler ve Çimen... sürahi doldurma cezası... Espace Francophone...Küçük Oyuncu... Tatil Senesi... Sodexho teyze...

30 Eylül 2010

Rahatlık vs. Görgü



Türkiye'de kimse nereye ne giyeceğini bilmiyor. Düğünde beyaz giyenlerle jean giyenler kuyruklu tuvaletle halay çekenler kadar komik gözüküyor.

Evvelki akşam Kavşak filminin galasındaydık. Hani basının, oyuncuların ve yönetmenin de katılıp, herkesin filmi ilk kez izlediği etkinlik... Kırmızı halılar, tuvaletler, şaşaa... Yok canım, hiçbiri yok bunların. Burası İstanbul. Başrol oyuncusu galaya jean'le katılır. Misafirlerden bahsetmiyorum bile.

Evet, bazı konularda tutucuyum. Ama görgüyle tutuculuğu da birbirine karıştırmamak lazım.  Her kıyafetin bir ortamı olduğu gibi her ortamın da bir kıyafeti var. Her zaman en önemli şey 'rahat hissetmek' değil. Sevgili oyuncumuz kendine güvenini mi kanıtlamış oldu bu şekilde? Bazı kuralları takmadığını mı? Filmi takmadığını mı? Yoksa görgüsüzlüğünü mü?

Bu arada filme gelirsek; boşa vakit kaybetmeyin, 21 gram'ı yeniden izleyin.

23 Eylül 2010

Tesadüf?



Facebook'ta arkadaş olduğunuz bir takım insanlar evlendiğinizde sizi tebrik dahi etmeyip, gelinliğinizi, saçınızı, duvağınızı, ayakkabınızı kopya edebiliyomuş. Pes doğrusu! Ha, ayakkabının fuşya tonuna kadar olan bu benzerlik tamamen tesadüf ürünüyse, kendisine bu şansla derhal Loto oynamasını tavsiye ediyorum.

Demek ki neymiş?
-Facebook'ta arkadaş olmak arkadaş olmak değilmiş
-Sizi bir defa hayal kırıklığına uğratan birine asla bir daha tam olarak güvenmemek gerekiyormuş (Descartes'a selam olsun)

22 Eylül 2010

Blue, is the color of you...


Bekarlığa veda partime gelenlere rengarenk minik ojeler hediye etmiştim. Onlardan arta kalanlardan birini denedim dün, bugüne kadar sürmediğim, yazı bu renkten uzak geçirdiğim için pişmanım! Affet beni oje!


Alem buysa kral sensin



Bizim milletin nasıl ultra kendine güvensizlikle 'her şeyi ben bilirim' arasında şizofrence seğirtmesi bana çok ilginç geliyor. Bir bakalım;
-Ulu "Aman başkaları ne der?" mottosu
-Bakkala giderken bile üst-baş-saç-makyaj derdine girme ve yurt dışında insanların rahatlığını görünce ağzı açık bakakalma
-Karşındakiyle -ne aşk ne de başka bir konuda- dürüst olamama, hep entrika, göz çevirme, arkadan konuşma..
-Hakkını alamama, ezilme ve akabinde ezebildiklerini ezme
-Kendini sadece twitter'da ifade edebilme, İngilizce bunalım rock şarkılarından 'nobody loves me' tarzı alıntılar yaparak kendini sevdirmeye çalışma (ve sana söylüyorum; haklısın, kimse seni sevmiyor... bunu anladığına sevindim)
 ve dahası...

Amaaa aynı insanlar başka konlarda birden her şeyin en iyisi olduklarını bağıra çağıra ilan etmekten kendilerini alamıyorlar. örnek mi?
-Eski mankenden tiyatroculara: "Hayırrr oyunculuk eğitimi almadııaam ama gerek görmüyoruoamm"
-Çekim için makyajını yapan makyöze: "Yok o renk olmaz bak şöye yapçan. Ay aslında ben kendi makyajımı yaparım, bilio mısıan ben çokk güzel makyajj yaparım, ver ben yapieem"
-Başlığını değiştiren editöre yazardan: "Benimki daha güzel, öyle başlık olmaz, benimkini koyman lazım!"
-Maçı izleyen seyirciden teknik direktöre "Bu adamı kenara alsana, şunu içeri soksana, bak oyunu böyle yapsanaa gerizekalı"
-Taksi şöföründen belediye başkanına: "Bu trafiğin tek çözümü var abi, bak bu yolu böle yapçan, şu yolu paralı yapçan al sana mis gibi! Ah ben başkan olsam.."
-Fransız mutfağını Ratatouille'dan öğrenmiş, dolmayla büyümüş gençten lüks restoran şefine: "Hmm yalnız bu midye böyle pişmez! Normalde sirkeyle hazırlanması lazım, bu olmamış!"
-Gitarda üç akor öğrenmiş yeni yetmeden Santana'ya: "Hoca, o gitarı babam da çalar sen gel bunu çal. İki solo atınca marifet mi oluyo yeaa, ben de atarım hemi de Akdeniz Akşamları'nın ortasında"
-Yeni anne olmış eski kokocudan tüm kadınlara: "Anne olmak bir san'attır, ama korkmayın ben size en güzelini öğreteceğim"
-Hayatı boyunca kilo alıp vermekten her tarafı sarkmış, bilumum hastalıklara sahip olmuş kadından diyetisyenlere: "Ya ne diyeti, lahana çorbasını iç üç gün üstüste, 5 saat gir saunaya terle bak hemen 10 kilo veriosun!"
-Günde üç paket sigara içen tiryakiden kalp cerrahına: "Tütünün aslında zararı yok hoca. Bu radyasyon yayan cihazlar, egzoz dumanı falan var ya işte asıl onlar bozuyo sağlığımızı. Patates kızartması da yerim sigara da içerim bak taş gibiyim öhö öhö öhö"

Ve daha uzaaar gider....


Bugün bu yazıyı yazma sebebim bu bahsettiklerimden birkaçını birden son iki günde tecrübe etmiş olmam. Bir dahaki patlamam ise Harry Potter okuyarak politika yapma sanatı üzerine olacak, takipte kalın...


Tüm loser'lara selam ederek günün şarkısını her şeyi bilen güzide dostlarıma armağan etmek istiyorum: Sen neyişsin be abi!

19 Eylül 2010

Fashion's Night Out notları



Birilerinin bana 'yeni sezon alışverişini bugün yap!' diye dikte etme fikri pek hoşuma gitmedi. Hele ki her tarafım fashionista wannabe'leriyle doluyken nasıl rahatça alışveriş yapacaktım ki? Yine de kedi merakım galip geldi ve hazır yolum da Nişantaşı'na düşmüşken etrafı bir kolaçan ettim. İşte Shibafu'Nun FNO notları:

-Şampanya ve ikramlar hemen her mağazada çok başarılıydı. Şaraplı bir akşam yemeğine davetli olduğum için L'Occitane'ın macaron'larını, Beymen'in çikolataya batmış çileğini ve türlü içkiyi reddettim ama Vakko'da Moet&Chandon ikramına kayıtsız kalamadım, bir parça nasiplendim.
-Belediye Abdi İpekçi'nin yapımını bitirememişti, yol toz toprak içindeydi. Buna rağmen Mustafa Sarıgül organizasyonun ana sponsoruymuş havasında Nişantaşı'nda dolaşıyordu. Girdiğim bir mağazaya peşinde kameramanlarla geliverdi, ben dahil içerideki herkesin elini sıkıp şovunu başarıyla sergiledi.
-İkoncan tayfasının tümü Nişantaşı'ndaydı. Ten renkleri sağolsun kolayca seçiliyorlardı.
-Herkesin elinde şampanya vardı ama kimsenin elinde alışveriş poşeti görmedim.
-Pek çok kişi indirimli alışveriş yapacağını zannederek gelmiş, görevlilere ısrarla indirim oranı soruyordu.
-Abdi İpekçi ve onu kesen sokaklar hariç boştu. Gucci'nin önünden geçerken içim acımadı değil, kapıda elinde şampanya tepsisiyle bekleyen görevliyle içeride turntable başında ter atan DJ çok umutsuz gözüküyordu.
- Bu arada Machka'nın yeni koleksiyonuna ba-yıl-dım! Ama %70 indirime girmediği sürece fiyatlarını alınabilir bulmuyorum.

17 Eylül 2010

Çikolata denizinde boğulmak



Başımıza ne geldiyse bu dergi işinden geldi sevgili okur. Bu ay el yapımı çikolatalar konusu yapıp kamuya hizmet edelim dedik. Nereden bilirdik ki cupcake konusunda olduğu gibi ofis çikolatayla dolacak, taşacak, biz sabahtan akşama kadar çikolatayla beslenip tatlı komasına gireceğiz?
İlk başta vallahi çok güzeldi ama artık çikolata görmek istemiyoruummm!
Siz yine de Time Out Ekim sayısına bir göz atın ;)

13 Eylül 2010

Sürme, yapıştır!



Geçen haftalarda Sephora'dan bir hediye paket gelmişti. İçindekileri ancak dün inceleme ve kullanma fırsatım oldu. Yapışkanlı ojelerine bayıldım! Paketi açıyor, tırnağınıza yapıştırıyor, fazlalıkları kolayca yok ediyorsunuz. 
Dayanıklı mı? Evet
Taşma oluyor mu? Hayır. Manikürcünün sürdüğü oje kadar düzgün duruyor.
Kuruma süresi var mı? HAYIR!!!
Kolay mı? Eh... Yani düzgün yapışırmak için biraz uğraşmam gerekti, ama elim alışsa daha kolay yaparım muhtemelen. El ve ayak tırnaklarıma ojeyi yapıştırmak yaklaşık 20 dakika sürdü. Ama dediğim gibi, kuruma süresi olmadığı için işiniz biter bitmez işinize devam edebiliyorsunuz. 

07 Eylül 2010

3 ayda 3 ülke

Seyahat etmeye bayılırım ama ne yazık ki ne bunu gerektiren bir işim, ne de yeteri kadar vakit ve nakitim var. Lakin bulduğum her fırsatı sonuna kadar değerlendiriyorum. Tasarımcı imzalı bir kıyafet ya da yeni bir LCD alacağıma uçak bileti almayı tercih ediyorum.

Son üç ayda şansım yaver gitti ve üç farklı ülkeyi ziyaret ettim.  Uzun uzun anlatmayacağım ama bu aralar yolunuz düşerse diye her biri hakkında birkaç tüyo vermek isterim...

Lizbon


-Eylül ya da Haziran farketmiyor, yağmur ihtimali yüksek. Yanınızda mutlaka şemsiye bulundurun.
-Fernando Passoa'nın Lizbon kitabını okuyun gitmeden evvel, onun adımlarını takip edin.
-Morina balığının türlü çeşidini yemeye hazır olun, her menüde bulacaksınız.
-Klasik sightseeing otobüsleri yerine nostaljik tramvay ile şehir turu yapmayı tercih edin.
-Mutlaka ama mutlaka Porto şarabı için, birkaç şişe de valize atın.

Santorini (Thira)



-Ya sevgilinizle/eşinizle ya da kafa dinlemeye yalnız gideceksiniz. Arkadaş grubuyla eğlenmek için istikamet Mikonos. Balayı için ideal.
-Ortadaki aktif yanardağ adacığına tur düzenliyorlar, gitmeyin. Uzaktan daha güzel gözüküyor... Hem boşa para veriyorsunuz hem de kızgın güneşin altında İsa'nın çilesi misali dağ tepe yürüyorsunuz.
-Günbatımını izlemek için Oia'ya gidin mutlaka. Güzel manzaralı bir restoranda güneşin tam battığı saate rezervasyon yaptırmayı unutmayın yoksa yer bulmak imkansız.
-Reçine şarabı güzel, denemeye değer.
-Araba kiralamak şart, plaja ve adanın diğer kısımlarına ulaşmak için toplu taşıma yok denecek kadar yetersiz.
-Atina aktarmalı uçuyorsanız size Türkiye'de ne derlerse desinler bavulunuzu Santorini'ye kadar getirmelerini beklemeyin, Atina'da teslim alıp gümrükten geçirdikten sonra yeniden uçağa verin.

Amsterdam



-Havaalanından şehre trenle ulaşmak çok kolay ve hızlı. Boşuna taksiye vs para vermeyin.
-Şehir içi ulaşım ve müze girişlerini kapsayan I Amsterdam kartlarından satın alın, epey tasarruf ettiğiniz gibi, müze girişlerinde daha az sıra bekliyorsunuz.
-Anne Frank Huis için biletinizi önceden, internetten alın. I Amsterdam karta dahil değil, turizm ofislerinde de satılmıyor ve önünde her zaman upuzun bir kuyruk var.
-Mutlaka bisiklet kiralayın ve şehri bir de pedal çevirerek keşfedin.
-Hayvanat bahçesi Artis görmeye değer, fazla vaktiniz varsa gidin, huzur bulun.
-Space cake'i azar azar yiyin, bence hiç yemeyin. (Abraxas'tan aldıysanız hepsini de yiyebilirsiniz, haşhaşlı çörek kadar kafa yapıyor ancak...)
-Müzeleri sanatla sınırlamayın, Heineken müzesi, House of Bols, Seks Müzesi gibi yerlerde çok eğlenebiliyorsunuz.
-Ağustos ayında bile mont, hırka, yağmurluk vs. götürün. Tecrübeyle sabit!

SIRADAKİ: Beyrut. It will be legen... Wait for it! :)

25 Ağustos 2010

Suada'da iftar çadırı


Bir arkadaşımızın doğum gününü kutlamak için yer arayışındaydık. Aramızda oruç tutanlar olduğu için iftar tarzı bir şey yapalım dedik. Tam bunlar konuşulurken Grupanya'dan bir fırsat maili düştü posta kutumuza: Suada'daki Suda Kebap'ta iftar menüsü 100 TL yerine 50 TL.

Suada güzel, Suda Kebap iyi... 50 TL de fena fiyat değil, üstelik menünün içeriği de güzel gözüküyor. Aldık kuponlarımızı ve dün mekana gittik.

Daha kapıda iftar çadırı muamelesi başladı. 

"Kebap mı? Şu tarafa!"
"Kuponlarınızı alayım!"

Pardon, "Hoşgeldiniz" değil miydi bizim buralarda karşılama sözü? Nezakete de mi %50 indirim yapıldı bu kuponla?

On kişilik masadayız, dokuz kişi menü alıyor, bir kişi a la carte. Bu durumda a la carte'ın garsonun anasına babasına küfretmekle aynı anlamda olduğunu öğreniyoruz. Aralarında duyacağımız şekilde konuşuyorlar:
"Bir kişi içim masa açamam abi yaaa!"

Bu arada mekan tıklım tıkış. Çoluğunu çocuğunu kapan, Suada'ya kebap yemeye gelmiş. Müzikler otogar kebapçısı kıvamında; Ferhat Göçer vs çalıyor.

Servis elemanlarının buram buram ter kokuları arasında servis başlıyor. Ortaya minicik bir peynir tabağı, hurma ve otel usulü küçük paketlerde reçel, bal vs... Menüde bahsedilen "zengin iftariyelik" bu olsa gerek...

Önden bir çorba geliyor, ortaya da çiğ köfte. Tadı güzel neyse ki. Sonrasında herkese birer adet fındık lahmacun, içli köfte, kuru patlıcan dolması servis ediliyor. Dört ara sıcak diye yazıyordu ama olsun. Ana yemekten evvel tıkanmak istemiyoruz zaten. Sonra ana yemek diye ortaya dört çeşit kebaptan oluşan bir tabak geliyor ama beş kişiye bir tabak! Herkes birer lokma yiyebiliyor. Ortasındaki bulgur pilavını servis eden falan yok zaten. Köy usulü ortaya çatal daldırıyoruz... Mideler yarı boş vaziyette tatlı faslına geçiyoruz. Bir porsiyon güllaç ve bir porsiyon kayısı tatlısını beş kişi paylaşıyor. Ortaya gelen meyvelere dadanıyoruz, ama onlar da biraz ham, zor ısırılıyor... 

Ve gecenin bombası, çay istiyoruz, garson termosu masaya zank diye koyup gidiyor. Derhal hesabı kapatıp yandaki 360'a geçiyoruz ve kendimizi yeniden Suada'da buluyoruz. Güzel müzik, güzel ortam, güzel lezzetler...

Bölüm sonu dersi:
-Grupanya ve benzeri sitelerde her gördüğünüz kampanyaya atlamayın.
-Suda Kebap'a gitmeyin. Belediye'Nin iftar çadırına gidin daha iyi, en azından beleş.
-Toplu iftara gidecekseniz Levent'teki Bursa Garaj İskender'e gidbilirsiniz. Kişi başı 40 TL'ye mükemmel servis, doyma garantisi, çok lezzetli yiyecekler...



18 Ağustos 2010

Sarayda yemek




Dün akşam Çırağan Sarayı içerisindeki Tuğra Restaurant'da romantik bir yemek yedik. Çırağan'ın sanki yalnızca dış ülke başkanlarına ve devlet erkanına kapılarını açıyormuş gibi bir havası var içine girmeyenler için. Sofistike mi? Evet. İçeride herkes smokin ve tuvaletle mi dolaşıyor? Tabii ki hayır! Otelde kalan turistler restorana spor giyimle dahi inebiliyor. Pahalı mı? Evet. Fiyat olarak üç kere Kitchenette'te yemek yemeye bedel, AMA alacağınız hazzı üç ile çarpmak yetersiz kalır.

Önerim: Senede en az bir defa, özel bir gününüzde burada yemek yemelisiniz. Ayda kaç defa House Cafe ve bezerlerinde yiyorsunuz? Peki bunlardan kaçı aklınızda kalıcı bir yer bırakıyor? İşte cevabı kendiniz verdiniz. Tuğra ve benzeri yerlerde yemek yemek ulaşılmaz değil, sadece kalın bir önyargı duvarının ardında saklanıyorlar.

Gelelim bizim akşamımıza... Mermer sütunlu terasın en güzel masası bize ayrılmış. Yerimize yerleştikten sonra Boğaz'ı izlerken derinlerden gelen bir müzik farkediyoruz. Restoranın girişinde iftar konseptine uygun olarak bir müzisyen rahatsız etmeyen bir ses seviyesinde kanun çalıp şarkı söylüyor. Tuğra motifli çini tabaklar, saf gümüşten çatal-bıçak ve servis takımları, kandillerle aydınlatılmış masalar ilk dikkatimi çekenler.

Önce sommelier masamızı ziyaret ediyor ve aperitif alıp almayacağımızı soruyor. Biz yemekleri seçtikten sonra bir kez daha yanımıza geliyor ve en uygun şarapları öneriyor. Risk almadan Doluca Sarafin serisinden bir şişe Cabernet Sauvignon seçiyoruz.

Menü iki boyutlu. Bir tarafta '1910' başlığı altında klasik Osmanlı yemekleri, diğer tarafta '2010' başlığı altında bu yemeklerin modern versiyonlaru bulunuyor. Seçiminizi yapar yapmaz sıcak lavaş ve pide eşliğinde amuse-bouche niyetine zeytin ezmesi, zeytinyağlı kuru börülce ve fırınlanmış peynir, ardından tek kişilik gümüş kapta mantı servis ediliyor.

Ardından, üç ayrı başlangıç geliyor sırayla. İlki modern meze versiyonlarından oluşan bir tabak.

Deniz taraklı pazı dolması, kaz ciğerli mini kibbe, shot bardağında naneli yoğurtlu soğuk bir çorba, peynirli pastırma katları, porselen kaşıkta avokadolu, sebzeli soğuk bir meze...   
İkincisi ördek dolgulu mantar, karamelize soğan ve ızgara ördek ciğeri, üçüncüsü ise morel mantarlı börek. Hepsini denedikten sonra favorimiz ilki ve üçüncüsü oluyor. 

Daha ana yemeğe geçmeden doyuyoruz. Ama önümüze öyle bir tabak geliyor ki geride tek lokma bırakmadan afiyetle yine mideye indiriyoruz. Yeşil fıstıklı kuzu sırtı, kuzu pirzola, balkabağı püresi, ayva püresi, peynirli kabak çiçeği ve keşkek on üzerinden on puan alıyor bizden.

Evet, farkıdayız çok yedik. Ama tatlısız bir yemek finali olur mu? Asla! İncir köpüğü-fındıklı krema, yanında incirli dondurmayla servis ediliyor. Üzerine de bir fincan Türk kahvesi!

Bu bahsettiklerimi denemek için 1 Kasım'a kadar vaktiniz var. Daha sonra mevsim malzemelerine göre menüde revizyon yapılacak. Kasım'da tekrar gitmem lazım!


Rezervasyon için: (0212) 326 46 46 /7500 

13 Ağustos 2010

Zilli!






Amy Winehouse'a Mina'nın şarkılarını söylediğini düşünün; işte karşınızda Nina Zilli. Ferzan Özpetek'in 'Mine Vaganti' filminde kullanılan 50 Mila şarkısı sayesinde tanıdım kendisini. Şimdi yavaş yavaş bütün şarkılarına ulaşmaya çalışıyorum. Fiziği ve müziği Amy Wİnehouse'a, sesi ve İtalyancadan kaynaklanan romantik sound'u da Mina'yı anımsatıyor. Kendisi 1983 doğumlu ve 2000'den bu yana piyasada.

Bu arada Nina Zilli gerçek adı değil, nüfus kağıdında yazan Maria Chiara Fraschetta. Kesinlikle çok iyi bir seçim!