30 Aralık 2011

Mutlu yıllar! (2)

Uyarı: Bu post kokoş kızlar için kaleme alınmıştır. Kokoş bir kız değilseniz bir sonraki yazıya atlayıverin.

Normalde holiday season rengi benim için kırmızı ve tonlarıdır. Ama bu yıl bir istisna yaptım ve kırmızıları sadece ruja bıraktım.

Aralık 2011 ojelerimi gururla takdimimdir:


Yukarıdaki ojeyi sonbaharda Londra'dan almıştım. N7 Boots'un kendi makyaj markası. Rengin adı Dollar 340. Dolar yeşili ojeyi Noel'de Las Vegas'ta sürdüm, dolar doları çeker umuduyla. Tabii ki çekmedi!


Bu da yılbaşı ojem. Rengi fotoğrafta anlaşılmıyor. Şampanya rengi yansımaları olan şeffaf bir cila. Dolar rengi doları çekmedi, bari bu şampanya çekse! Markası OPI, renk kodu Peach-A-Boo. Birkaç

Mutlu Yıllar! (1)


Şükran Günü, Noel, Hannukah, yılbaşı gibi pek çok okazyonu içeren 'holiday season' benim için bu sene çok hareketli geçti. Her şeyin büyük olduğu Teksas'ta kutlamalar da büyük haliyle. Her yer süslü, ışıklı ve çok ama çok güzel. Etkinliklerin haddi hesabı yok. Burayı neden bu kadar ihmal ettiğimin de cevabını aldınız sanırım. Yarın sabah erkenden yeni yılı karşılamak üzere New York'a gidiyoruz, gitmeden birkaç post daha gelecek buraya, bekleyin!


Dallas Art District

Noel'e ozel üretilen biralardan biri.

The Winspear Opera'nın meşhur avizesi. Şekil ve renk değiştiriyor,
gösteri başlamadan tamamen ortadan yokoluyor.

Blue Yule-MAC Sanat Merkezi Noel etkinliği

Bizim Noel ağacımız. 





23 Aralık 2011

Bunları istiyorum!

Henüz piyasaya çıkmalarına birkaç ay var, ama iki haber de beni çok heyecanlandırdı.

1. Laduree makyaj serisi.

Meshur Laduree macaron'larının renginde, kokusunda (ve belki de tadında) rujlar, allıklar, farlar sayesinde macaron obsesyonumu bir üst seviyeye taşımaya dünden hazırım. Tabii ki hayvanlar üzerinde deney yapılmadığı ve zararlı kimyasallar içermediği takdirde. Macaron sevgimin de bir sınırı var, o da işte tam burada.



2. Marni for H&M
Source: WWD

Lanvin ve Versace'den sonra şimdi H&M Marni ile işbirliğine gidiyor. İtiraf etmeliyim ki Marni benim için özel bir yerde değil. Bu haberin beni heyecanlandıran kısmı reklam filminin Sofia Coppola tarafından, üstelik Marakeş'te çekilmiş oluşu. İzlemek için sabırsızlanıyorum!

19 Aralık 2011

2012'de bırakın



Bugün gıcık günümdeyim. 2012 dileklerimi yazayım diye başladığım yazım 2011'den 2012'ye geçmemesini dilediklerime dönüştü.

-Siyah çerçveli gözlükler.

Hala bu gözlüklerin prim yaptığına ya da yaptığının düşünüldüğüne inanamıyorum. Bir kere hipster aksesuarı olmak için artık fazla mainstream. Hipster olmaktan daha kötü bir şey varsa, o da hipster wannabe'si olmak. Yapmayın canlar. Çıkarın o gözlükleri. Ha Woody Allen'sanız ve
onları son 40 senedir takıyorsanız ayrı.

-Kasık tweet'ler
2011'i bir gözünüzün önünden geçirin. Özlü söz kıvamında boş tweet'ler kasmak size neler kazandırdı? Cool follower'lar? 1000000 TL? Yakışıklı/güzel bir manita? Hayır ayıp olmasın diye unfollow da edemiyorum; siz iyisi 2012'de bırakın bu işi. Öğlen ne yediğinizi, akşam kimle eğlendiğinizi yazın vallahi daha iyi.


-Overrated sanat
Courtesy of Jake Jacob. jakejakob.blogspot.com

Çağdaş sanata değer biçmek, hatta değer kriterlerini dahi belirlemek zor. Çok bilmiş bir sanat taciri yüksek fiyat etiketi koyduğunda o eser bir şekilde satılıyorsa o sanatçının sırtı artık yere gelmiyor. Yaptığı her iş beğenilmek zorunda oluyor. İstanbul'da iş daha da vahim. Sanatta para olduğunu keşfeden girişimci hipster'ların rağbet ettiği birkaç sanatçıyı gözüne kestirip maaşa bağlıyor. Yatırım amaçlı ya da statü atlamak için koleksiyon oluşturan zenginler bu eerleri yüksek fiyattan alıyor. Sanatçının fiyatı yükseldikçe de değeri perçinlenmiş oluyor ve kendisinin ne kadar büyük br sanatçı olduğu herkese dikte ediliyor. Hele ki sanatçı trajik bir biçimde hatayatını kaybeder de eserlerinden birkaçı büyük bir müzeye kapağı atarsa amannın! Ağzınızı açıp da herhangibir olumsuz yorum yapmaya kalktığınızda küçümsenir, aşağılanırsınız.  Ben buna sanat faşizmi diyorum. Eğlenmek için şunu yapın: Çağdaş sanat aşığı geçinen bir hipster bulun. Evinizde önceden birkaç fake eser hazırlayıp duvarınıza asın. Sanatçı ismi olarak az bilinen ama camiada saygı gören birisini seçin ve eserleri Paris'te bit pazarında bulduğunuzu söyleyin, ne düşündüğünü sorun. İşte eğlence başlıyor :)



-Kürk modası
Üzerinde hayvan cesedi taşımak hala nasıl moda olabiliyor? Siz gidin ölü hayvanları sırtınıza geçirip çok havalı olduğunuzu düşünün, sonra da Facebook'a erkekleri mağara adamıyla kıyaslayan status mesajları yazın. Hı hı. ('Hayvanı ben mi öldürdüm? Zaten ölmüştü ben sadece satın aldım bu bir şeyi değiştirmiyor' ya da 'sen et yemiyo musun?' cümlelerini en hızlı kurana ödül hazırladım.)

16 Aralık 2011

Cupcake gününüz kutlu olsun!


Magnolia Bakery, Agustos 2009


Bugün ABD'de ulusal cupcake günü. Şaka yapmıyorum! Bekle beni Magnolia Bakery, 15 gün sonra oradayım! Cupcake ve banana pudding için geri sayımdayım.

27 Kasım 2011

Şarabın Godfather'ı



Francis Ford Coppola'nın şaheseri The Gotfather zannediyordum. Ta ki Claret'yi tadana kadar. Coppola'nın California'daki şaraphanesinde Bordeaux stilinde ürettiği bu şarap leziz mi leziz! Coppola üstada saygılarımı sunuyorum.

08 Kasım 2011

Londra kaçamağı




Amerika'ya gelmeden evvel birkaç günlüğüne Londra ziyareti yaptım. En iyi arkadaşım orada yaşıyor ve yeni bebeği oldu. Zaten az görüşebildiğimiz için vaktimin büyük bölümünü arkadaşım ve minik yeğenimle geçirmeyi tercih ettim ama oraya kadar gitmişken şehrin havasını koklamadan olmazdı. 
Bir sabah Tottenham Court Rd'da bir arkadaşımla buluşup kahve içtim. Aynı akşamüstü tiyatro biletim olduğu için yürüyerek Picadilly, West End civarlarına gidip o civarda vakit öldürdüm. Tipik bir pub'da biramı yudumladım, 
 Daha kötü şeylere de benzetebilirim de şimdi iştahınızı kaçırmayayım.  Vakit geldiğinde nihayet dünyanın en uzun süredir oynayan oyunu 'The Mousetrap'e gittim. Çok klasik ama çok güzel. Zaten Agatha Christie öykülerine bayılırım. Daha uzun yıllar oynamayı hakediyor. 
Çıkışta yolumu Covent Garden'dan geçirip güzel bir dondurmacı keşfettim: The Icecreamists. Dükkanın logosundan çalışanların üniformasına her şey çok güzel ve farklı tasarlanmış. İlk açıldıklarında anne sütünden dondurma yapıp bu sayede isimlerini epey duyurmuşlar şehirde. Anne sütlü dondurma artık olmasa da bir sürü değişik seçenek mevcut. Ben farklı şeyler denemeye bayılırım ama bu sefer kötü bir tecrübe oldu. Hayatımda yediğim en kötü dondurmayı yedim. Chili biberli (ama çikolata-paprika değil, o güzel bak!) dondurma; pizzalı dondurma gibi bir şeydi. Ama diğer çeşitler güzel, dükkan ultra güzel, mutlaka gidin yolunuz düşerse. Buradan detaylı bilgiye ulaşabilirsiniz.



Ha bu arada, Londra'ya giderken Facebook ya da Twitter'a 'London calling' yazmamıştım. Lanetlenir miyim dersiniz?

Londra souvenir'leri

Adını hatırlayamadığım Londra pub'ı

Ustteki chili biberli dondurma, alttaki Nutella.

The Icecreamists'in polis üniformalı dondurmacıları

05 Kasım 2011

Amerikan cadıları


İkinci jack-o-lantern'im



Amerika'daki ilk Cadılar Bayramı'mızı gecirdik. 31 Ekim bu yıl pazartesiye denk geldiği için çoğu parti cuma ya da cumartesiydi. Kostümümüzü bir hafta evvelinden internet üzerinden sipariş ettik. Ben Kleopatra oldum, S ise -en temiz yüzlüsünden- hapishane kackını. Hafta sonuna başka işlerimiz olduğu için biz cuma kutlamayı seçtik. Önce geçici oturduğumuz bölgedeki şarapevine gittik. Giderken çekinmedik değil; ya herkes normal kıyafetliyse, bir biz deli gibi giyindiysek? Neyse ki çekincelerimiz boş çıktı. Kızılderili, rock star (Slash kostümü favorim oldu), polis, ne ararsanız vardı. Tek hapishane kaçkını S değildi, anlaşılan en popüler kostüm buymuş. Birbirlerine 'sen neden içerdesin dayı?' muhabbeti yaptılar, polisle göz göze gelmemeye çalışarak :) Şarabımızı ve peynir tabağımızı bitirip bir sonraki parti için şehrin en büyük club'larından birinin yolunu tuttuk. Club'lardan nefret etmeme rağmen cadıların hürmetine bir istisna yaptım o gece, hiç sıkılmadan birkaç saat geçirdim hatta. Çok yaratıcı kostümler vardı. Bazı klasik kostümler pişti olmaktan kurtulamadı tabii, ama benden başka Kleopatra yoktu, sevindim! Ve ben, tarihteki en cazibeli kadınlardan birinin kılığında kendimi rahibe gibi hissettim orda. Neden mi? Çünkü Texas'ta Halloween demek, ne kılığı olursa olsun kızların jartiyerli, poposunu gösteren seksi bir kıyafet giymesi demekmiş! Aklınıza gelen her kılığın seksi versiyonunu o gece orada gördüm. Marie Antoinette bile mini etekliydi, daha ne olsun! Kızların çoğu muhteşem güzellikte neyse ama maalesef bu kıyafetleri şişko, selülitli vücuda sahip olanlar da giyiyor. Ve işin en ilginç kısmına geliyorum: Kimse kafasını çevirip de bir kızın poposuna, memesine bakmıyor! Ben biraz bakmış olabilirim kabul. 

Son söz: Bu yılın en gözde kadın kostümü Black Swan. Makyajını da doğru yaparsanız muhteşem görünüyor, tek riski yüksek pişti ihtimali.

Two Corks and a Bottle


Zouk Club'da parti başlıyor!

27 Ekim 2011

We'll always have Paris

Notre Dame de Paris


Woody Allen'ın son işi Midnight in Paris'i yeni izleyebildim. Hipster'lar Allen New York'un dışına çıktığından beri filmlerine burun kıvırdığından mıdır bilmiyorum ama ben son işlerine bayılıyorum. Midnight in Paris de hem Woody Allen zekası, hem de Paris içerdiği için benim için özel olan filmlerin arasına girdi. Yeri gelmişken Paris yazısı yazmam da farz oldu.

Geçen sene tam bu vakitler içime düşen Paris özlemi bir blog postuma ilham vermişti. Sonuna da 'umarım en kısa zamanda kavuşurum' yazmıştım. Özlem uzun sürmedi, Haziran'da bir haftalığına kavuştum Paris'ime.

Paris hakkında yazmak zor. Çok klişe barındıran, herkes tarafından iyi bilindiği iddia edilen, çok sevilen, çok kıskanılan (şu an Paris'i bir kadına benzetmemek için kendimi zor tutuyorum! Yapma Shibafu, düşme bu tuzağa...) bir şehir.

Lafı uzatmıyoruz ve tavsiyelerime geçiyoruz:



-İnce elbiselerle Paris sokaklarında fink atmak, sokak kafelerinde şarap yudumlamak çok güzel tamam. Ama turist kalabalığı Paris'i çekilmez bir hale sokuyor. Saatlerce müze kuyruğu beklemek, oturduğunuz kafede yan masadan yükselen 'one cheeseburger and a bud' seslerine ve doğaüstü şekilde yükselen sol kolu ile kendisinin Facebook profil fotoğrafını çeken insanlara tahammül etmeye çalışmaktan bahsediyorum.  Bence bu şehrin en güzel zamanı kış. Az turist, az kuyruk, çok keyif.
-Paris'e tepeden bakmak için Eiffel'e çıkmak yerine Notre Dame'ın çan kulesine çıkın. Quasimodo'nun hayaletiyle birlikte şehre tepeden bakmak benzersiz.
-Champs Elysees, Montmartre gibi ultra turistik yerlere az zaman ayırın ve düşük beklentilerle gidin.
-Champs Elysees'deki Louis Vuitton'un kapısında kuyruk bekleyenleri parmağınızla işaret ederek dalga geçin, hakediyorlar.
-Colette'e gidecekseniz gözünüzden siyah çerçeveli numarasız gözlük, elinizden Holga, yüzünüzden mutsuz hipster ifadesini eksik etmeyin.
-Marais'ye gitmişken Paris'in saklı kalmış hazinelerinden Musee Carnavalet'yi mutlaka ziyaret edin. muhteşem bir bahçeye ve binaya sahip bu minik şehir müzesine giriş bedava, üstelik kuyruk muyruk yok.
-Place des Vosges'a gitmişken Victor Hugo'nun evine uğramayı ve ustaya saygı duruşunda bulunmayı ihmal etmeyin.
-Laduree'yi boşverin, Pierre Herme'nin macaron'larına yumulun.
-Palais Garnier'de mutlaka bir opera veya bale izleyin. İki dirhem bir çekirdek gidin. Antraktta şampanyanızı yudumlayarak binanın güzelliğine bir kez daha hayran olun.
-Monalisa'yla fotoğraf çekinip, Champs Elysees'de vitrin yalayıp, yanarlı dönerli Eiffel motifli souvenir'ler alıp da döndükten sonra 'Paris nasıldı?' diye soracaklara 'yaaaneee... öyle ahım şahım diil. çok sevmedim' diyecekseniz, boşverin Paris'i ne işiniz var. Amsterdam'da kafayı bulun, Londra'da harika British aksanınızı konuşturun, New York'ta Carrie'cilik oynayın falan. Paris'i boşverin. Paris hep bizim olacak...

Musee Carnavalet

18 Ekim 2011

Cadılar buraya!






Dün ilk jack-o-lantern'imi yaptım! İçine mum almayı unuttuğum için şimdilik yanmasa da evin baş köşesinde yerini aldı. Gelelim yapımına...
Aşağıda gördüğünüz Pumpkin Masters şablon ve alet kitini Walmart'tan satın aldım.



Önce kabağın tepesini kestim. Burası içini temizlemek için elinizin gireceği ve rahatça çalışabileceği genişlikte olmalı.



İçini kabak spatulasıyla (kaşık da kullanabilirsiniz) iyice temizledim, figürü oyacağım bölgenin kabuğunu biraz incelttim.


Seçtiğim şablonu kabağın üzerine yapıştırıp minik tırtıklı bıçakla üzerinden geçerek resmin kabağın üzerine geçmesini sağladım.


Kabağın üzerinde çizgiler belirince de ince testereyle dikkatlice kestim. Voila!

17 Ekim 2011

Münih


Peterskirche'nin kulesinden şehir manzarası


Almanya'da defalarca bulunmama rağmen Münih'e ilk kez bu sene gitme şansı buldum. Bir keresinde aktarma yapmak için tren garına ayak basmıştım ama o sayılmaz.

Meşhur Oktoberfest'in başlamasına 15 gün kala gitmiş olmamız büyük şanssızlık olsa da iki günlük Münih tatilimiz gayet keyifli geçti. İki gün şehri keşfetmek için tam yetti, bir üçüncü günümüz olsa şehir dışında kalan Auchwitz kampını ve Disney'in amblemindeki meşhur şatonun ilham kaynağı olan Bavyera Şatosu'nu görebilirdik. Bir dördüncü günümüz olsa Münih'teki müzeleri de tavaf edebilirdik. Tüm bunları bu defa kesinlikle Oktoberfest'e denk getireceğimiz sonraki Münih tatiline bıraktık.

Gelelim notlarıma;

-Havaalanından şehre trenle gelmenizi şiddetle tavsiye ederim. Trenler konforlu, pencereden dışarıya baktığınızda yemyeşil Almanya manzaraları ve sevimli banliyö yerleşimleri görüyorsunuz.

-Münih'te su yerine bira tüketiliyor, bünyenizi hazırlayıp da gidin. Almanlar bir litrelik dev bardakları tercih etse de hızlı içmeye alışık değilseniz 50'lik isteyin, gazı da tadı da kaçmasın.

-Şehrin, hatta ülkenin en meşhur birahanesi Hofbrauhaus çok büyük olsa da özellikle hafta sonu yer bulmak için bir süre ayakta beklemeye hazırlıklı olun. Ana salon sıcak ve havasız ama canlı müzik (heino, yani Alman halk müziği) var. Üst katlar daha sakin, hava güzelse dışarıdaki masalar en iyileri.

-Hofbrauhaus'un biraları dışarıda da satılıyor. Siyah bira, normal bira ve buğday birası seçenekleri var. Bence buğday birası yani weissbier en iyisi. Yine Münih merkezli bira markası Franziskaner'in weissbier'ini de denemenizi tavsiye ederim.

-İngiliz Bahçesi (Englischen Garten) güzel bir havada mutlaka gitmeniz gereken yerlerden. Çok geniş bir yeşil alan. İçinde Çin Kulesi'nin etrafında konuşlanmış bira bahçeleri var. Buradaki tahta masalara oturup yanınızda getirdiğiniz yiyecekleri yiyor, self servis biranızı alıp demleniyorsunuz. Yanınızda yiyecek getirmediyseniz oradan temin etmeniz de mümkün.

-Ana besin kaynağınız bira yanında sosis olacak buna da hazırlıklı olun. Bratwurst, frankfurter gibi klasiklerin yanı sıra sadece sabahtan servis edilen ve yanında weissbier ile tüketilen beyaz dana sosisleri weisswurst Münih'e özel bir tat. Laberkase de form olarak değilse de tat olarak sosise benzeyen bir başka Münih spesiyalitesi.

-Bavyera kıyafetli çok insan göreceksiniz, şaşırmayın.

-Şehri tepeden görmek için Peterskirche'nin kuleleri en doğru yer. Tırmanmak biraz yorucu ama kesinlikle değer.

-Türk olarak yabancılık çekmek imkansız. Bilet makinelerinde Türkçe dil seçeneği var. Özellikle gar çevresindeki dükkanların vitrinide çaydanlık, FB logolu telefon kılıfı görmek, dönerciye rastlamak son derece olağan.

Englischer Garten
Englischer Garten içerisindeki bira bahçesi

Weisswürst&weissbier

12 Ekim 2011

Viyana

Figlmüller'de Wiener schnitzel ve patates salatası


Dallas'tan ilk postumu yazıyorum! Çalışma iznim çıkana kadar bol bol vaktim olacağından buraya da daha sık uğrayacağım. Tabii Amerika'ya geldiğim gün bozulan -ya da Jobs için yasa bürünen diyelim- macbook'um sağolsun (Murphy kuralı gereği bugüne dek hiç ihtiyaç duymadığım için CD'leri Türkiye'de bırakmıştım), fotoğraflarıma ulaşamıyorum. Baştaki hariç Viyana fotoğraflarını şimdilik yayınlayamıyorum dolayısıyla.

Viyana'ya gideli yaklaşık bir ay oldu. Uçakla Münih'e gidip, iki gün orada kalıp gece treni ile Viyana'ya geçtik. Hotels.com'dan bulduğumuz Hotel Konzerthaus'un yolunu tuttuk. Bugüne dek yaptığım en iyi otel seçimi diyebilirim! Konzerthaus'un hemen çaprazında bulunuyor adından da anlaşılacağı üzere. Sabah 07.00'de varmış olmamıza rağmen hemen check-in'imizi yapıp bizi odamıza yerleştirdiler. Oteldeki her şey çok çok iyiydi ama beniilk görüşte tavlayan şey banyoda L'Occitane Verbena serisi kullanmaları oldu.

Lafı fazla uzatmadan Viyana notlarına geçiyorum;

-Müzelerden bahsetmiyorum, onlar zaten her yerde yazıyor. Schönbrunn ve Hofburg sarayları imparatorluk ihtişaımını görmek ve Avusturya tarihi hakkında bilgi sahibi olmak için birebir. Belvedere Klimt ve daha pek çok önemli sanatçının işlerini barındıran bir müze ve aynı zamanda eski bir saraycık. Görülmesi gerekenlerden. Psikanalize ilginiz varsa Sigmund Freud'un evi de kaçırılmaması gerekenlerden.

-Biz sezon kapalı olduğu için klasik müzik konserine gidemedik ama siz kaçırmayın. Tabii ki Mozart kıyafetli adamların bilet sattığı uyduruk turistik gösterilerden bahsetmiyorum.

-Viyana'nın sembollerinden olan Strauss heykeli bir süre restorasyonda. Ama Stadtpark'a  yolunuz düşerse replikası ile sarmaş dolaş fotoğraf çektirme şansınız var.

-Aperol şu an şehirdeki en popüler içki. Herkesin bardağında turuncu renk bir şey göreceksiniz, işte ondan bahsediyorum. Tadı gayet güzel ama yaz içeceği, hava soğuksa kahveden şaşmayın. Viyana kahveleri meşhur biliyorsunuz. Cafe Melange şehrin spesiyal kahvesi.

-Viyana'da Wiener schnitzel yemeden olmaz. Figlmüller ise bunun için doğru adres. İncecik altın sarısı kızarmış dana eti tabağın kenarlarından taşmış boyutta önünüze geliyor. (Tabakların boyutu normalden ufak tutuluyor, raconu bu.) Yanında kabakçekirdeği yağı ve semizotuyla tatlandırılmış patates salatasından mutlaka sipariş edin ama iki kişiyseniz bir porsiyon schnitzel'i bölüşmeniz akıllıca olur. Biz mide fesadı geçiriyorduk masadan kalkarken.

-Diğer yemeniz gereken şey meşhur Sacher Hotel'in kafesinde Sacher Torte. İki yoğun çikolatalı kekin arasında kayısı marmeladından oluşuyor bu pasta ve son derece ağır bir tada sahip. Yine iki kişi paylaşabilirsiniz, çok sevmeme rağmen bir porsiyonu bana ağır geliyor.

-Apfelstrudel Viyana'da nefis yapılıyor. Apple pie gibi ama tart hamuru değil yufka ile sarılıyor elma harcı. Schönbrunn'da ekstra bir bilet alıp yapılışını öğrenebilirsiniz. Birçok yerde denedik apfelstrudel'i ama en lezzetlisi Hawelka'dakiydi.

-Hawelka şehrin en eski ve meşhur kafelerinden. Mutlaka ziyaret edin. Kleines Cafe de çok güzel, hava iyiyse dışarıdaki masalardan birine yerleşin ve ufak kilise meydanının tadını çıakrtın. Bu arada bilmenizde fayda var, Viyana'da bazı kafelerde sigara içmek serbest.

-Gözde Durusoy Oran'ın (gurmemutfakhikayeleri.com) önermiş olduğu Fischer Bräu'yu ben de size öneriyorum. Çok güzel ve tipik bir biraevi. Zweibelrostbraten (kızarmış soğanlı nefis bir et) yanında da ev yapımı weissbier (buğday birası) götürdük. Muh-te-şemdi!

-Mutlaka ama mutlaka bir Heuriger'e gidin. Şehrin biraz dışında yer alan bağ evi restoranlar bunlar. Bağların arasında tahta banklarda oturuyorsunuz, ev yapımı şaraplarından içiyor ve görerek seçtiğiniz enfes yiyeceklerden tadıyorsunuz. Servis yapanlar geleneksel Avusturya kıyafetleri giyiyor ama sanmayın ki turistik bir yer, aksine bu restoranların asıl müşterisi Viyanalılar.




12 Eylül 2011

Milano

Duomo


Bu aralar müthiş bir koşuşturmaca içindeyim. Bir yandan iki hafta sonra ABD'ye yerleşiyor oluşumuzun koşuşturmacası, diğer yandan ofisteki işler, tatiller ve katılmamız gereken düğünler derken yaz nasıl geçti anlamadım!
Bu yaz ayağımı denize sokamadım ama bol bol gezdim. Paris, Milano, Capetown, Münih, Viyana vardı rotamızda. 

Hepsinden ayrı ayrı postlarda bahsedeceğim. Milano'dan başlayalım.

İtalya'ya defalarca gitmiş, olmama rağmen Milano'ya gitme fırsatım hiç olmamıştı. Çok da büyük bir kayıp değilmiş doğrusu. Ülkenin en zengin şehirlerinden biri Milano bence gayet sevimsiz bir yer. Tabii ki bunu İtalya ortalamasını göz önünde bulundurarak söylüyorum. Roma'yı da sevmem mesela ama Milano Roma'dan bile daha kötü. 'Ama Milano modanın başkenti' demeyin, çünkü oradaki mağazalar her yerde var, ürünler de fiyatlar da aynı. Moda meraklısıysanız Paris, Londra, New York gibi kentlerde bulunan ufak butiklerin peşine düşün daha iyi. 

Önce meşhur Duomo'sunu gezdik. Güzel ama nefes kesici değil. Sonra Galleria Vittoro Emanuele'yi gezdik. Napoli'de bir ikizi bulunan, içinde lüks mağazaların bulunduğu meşhur çarşı. Yine o pek meşhur mağazalarla bezeli birkaç meşhur sokak ve işte o kadar. 

'O kadar' derken; bizim için o kadardı. Çünkü Milano'da en çok yapmak istediğim iki şeyi yapamadım. Ne mi?

1. Il Cenacolo. Yani Leonardo Da Vinci'nin meşhur 'İsa'nın Son Yemeği/The Last Supper' freski. Biletleri aylarca önce tükeniyor ki ben gitmeden iki ay evvel baktığımda tükenmişti. Hoş, tükenmese bile göremeyecektik çünkü pazartesileri kapalı ve biz pazartesi oradaydık. 

2. La Scala. Yine aylar evvel programına baktım, bilet satış yarihine alarmımı kurdum, zamanı gelince internetten bilet almaya giriştim ama La Scala'nın sayfası tam ödeme yapacağım sırada hata verdi. Tekrar başladığımda ise karşılayabileceğim fiyatta bilet kalmamıştı. O akşam Verdi'nin Attila operası oynuyordu, hastası olduğum bir eser değil ama La Scala'da opera izlemek uzun zamandır hayalimdi. Binaya dışarıdan bakmakla yetindim. Üzerinde yazmasa opera binası olduğunu anlamak zor; hiçbir görkemi yok. 
La Scala


Tavsiye: La Bagutta'da yemek yiyin. Bu eski bir lokantayı bana patronum tavsiye etti. Kurucuları Toskanalı olduğu için menüde hem Toskana spesiyalleri var hem de Lombardia. Senelerdir düzenlediği edebiyat ödülleri ile meşhur bu lokantanın içi de çok güzel ama yazın arka bahçesinde oturmanızı tavsiye ederim. Ağaçların altında, sakin bir ortama sahip. Servis mükemmel. Beğenmediğim tek şey yediğim bistecca alla fiorentina oldu. Fazla sertti. Menüdeki diğer şeylerin tadına bakarak güzel bir akşam geçirin.

La Bagutta

La Bagutta



01 Ağustos 2011

Üçüncü gözüm açıldı





Thenny Bal'ın yeni bileklik koleksiyonu 'Sat-Nam'a bayıldım! Vücudumuzdaki yedi çakrayı temsil eden semboller gümüşten yapılmış, altın veya bakır kaplamalı seçenekleri var. Onlar da rengarenk iplere tutturulmuş, bileğinize kolayca takıyorsunuz. Fotoğrafta görmüş olduğunuz üçüncü gözü sembolize eden çakra. Sezgi gücü, bilgelik, gülü hafıza ve mutluluk işte tam da bu çakraya bağlı.
 Kendileri de çok şık kutuları da. Aşağıda da gördüğünüz minik ahşap kutunun içinde kristal bir taş bulunuyor, bilekliğiniz de bu taşın ortasına yerleştirilmiş oluyor. Yine bu kutunun içinde sembolün ait olduğu çakraya dair bilgiler bulunuyor. 

Kataloğun altındaki notu da paylaşmadan edemeyeceğim:
"Bu koleksiyon, tehdit altında kalmış dünyanın aklını kullanabilme cesaretini gösteren insanlarına hitap etmektedir."


Şuradan ulaşabilirsiniz:

Şimdilik Beymen'lerde satılıyor.



28 Temmuz 2011

Günün keşfi


Bir süredir niyetlenip de gidemediğim dondurmacıyı nihayetinde bugün şereflendirdim. Küçük Bebek'te birkaç ay evvel açılan Migone Gelato Italiano ufacık ama pek şirin bir mekana sahip. Yeşil-turuncu desenli taş parke, beyaz mobilyalar ve teneke şeker kutuları, biblolar gibi şirin ıvır-zıvırla dolu köşeler dondurmanızı mideye indirdiğiniz o ufak zaman dilimini daha da güzelleştiriyor.

Gelelim en önemli meseleye; dondurmasına. Organik meyveden yapıldıkları için tatları çok doğal, aşırı şekerli değil. Fotoğrafta gördüğünüz bodrum mandainası sorbe ve yaban mersini&ricotta'lı dondurma. İki top dondurma 5 TL.

Migone
212.2630686

P.S: Bebek'teki Cremeria Mikano'Nun yanında birkaç hafta evvel açılan L'Era Fresca'ya da bir şans verin. Dondurma çeşitleri çok klasik ama lezzetli. Limonlusu ve kaymaklısını özellikle öneriyorum!

13 Temmuz 2011

Puantiye!





Bunca zamandır burayı ihmal ettiğim için senden özür diliyorum sevgili okur. Ama epey meşguldüm! Son 15 günde üç ülke gezdim, onun öncesinde de malum iş güç falan filan.

Neyse sonuç olarak artık buradayım, o konser senin bu festival benim geziyorum. Hepsine sıra gelecek, ama hepsinden önce nail art'ımı paylaşmak istiyorum.

Efendim yukarıda görmüş olduğunuz tırnaklar Sephora'da satılmakta olup Paris'ten alınmıştır. Buradaki Sephora'larda olma olasılığı epey yüksek ama sonradan dövünmemek için orada görmüşken aldım. Çıkartma şeklinde olduklarından kolayca uyguluyorsunuz, kuruma, taşma derdi yok. (Daha evvel de mavi rengini paylaşmıştım hatırlarsanız).

Bu yaz nail art çooook moda, en kolay ve ucuz yolu da bu yapışkanlı ojeler. Demedi demeyin.

07 Haziran 2011

Hikayemi anlattım

Fotokitaplar bir süredir piyasada var, hatta artık standart düğün fotoğrafçıları bile albümleri bu şekilde yapıp teslim ediyor. Baskı kalitesini beğenmediğim için bugüne kadar uzak durdum. Ta ki Lukapu'dan haberdar olana kadar.

Web sitelerindeki programı ücretsiz indiriyorsunuz ve kendi fotokitabınızı kendiniz tasarlıyorsunuz. Eğer fotoğrafın çözünürlüğü yeteri değilse uyarı veriyor böylece çoğu dergide bile sık sık gördüğünüz o kalitesiz, pikselli görüntüyü engellemiş oluyorsunuz. Siparişi verip ödemeyi yaptıktan sonraki 7 iş günü içinde kitabınız elinizde oluyor.

Ben tatil fotoğraflarından kocaman bir fotokitap yaptım ve az evvel teslim edildi. Sonuç: Mükemmel! Eve gider gitmez diğer fotoğraflarımı da kitaplaştırmak istiyorum çünkü dijital depolamaya güvenmiyorum, hepsi bozulmaya çok müsait.

Gelelim işin en güzel tarafına; haziran sonuna kadar tüm fotokitaplar %50 indirimli. En büyük boy, 130 sayfalık kitap kargo dahil 130 TL'ye maloldu bana.

Bir eleştiri yapmadan geçemeyeceğim; programları ne yazık ki macintosh uyumlu değil, sadece PC'de çalışıyor. Evde de işte de macbook kullandığım için kocamın iş PC'sine musallat oldum birkaç gün ve tüm işlerini aksattım.

Hikayenizi anlatmaya buradan başlayabilirsiniz.

27 Mayıs 2011

Akolsüz bira olur mu?

Blogspot'a erişimin engellenmesiyle birlikte yazmayı bırakmıştım. Yasak kalktı ben bir süre daha yazamadım,  derginin en ağır iki sayısı üst üste geldi. Ama artık huzurlarınızdayım!

İstanbul'a yaz gelmiş, derginin en hafif sayıları gelmiş ben mutlu olmayayım da kim olsun yahu!

Bu keyfe bir de buz gibi bira iyi giderdi. Öğle yemeği dönüşü masamın üzerinde bulduğum Efes kutusu, üzerindeki kırmızı 'alkolsüz' ibaresini farketmeme kadar güzeldi. Sonra deneyeyim dedim, masama kadar gelmiş madem.

Tadı ekşi ve metalik... Alkolün eksikliği çok bariz. Bu eksiklik kafa yapma anlamında değil, tadı farklı.
Alkolsüz şarap, alkolsüz bira bence oksimoron. Onlara şarap ya da bira yerine yeni bir isim vermek daha doğru olurdu. Ha, amaç 'dostlar alışverişte görsün' ise başka...


01 Mart 2011

Twitter'da cool olmanın altın kuralları





1. Mümkünse siyah beyaz, yüzünüzün tamamının seçilmediği bir fotoğrafınızı background yapın.

2. Cool bir profil fotoğrafı koyun, bu konuda Facebook'tan yeterince tecrübeniz vardır herhalde.

3. Tweet'lerinizi mutlaka smartphone'unuzdan atın.

4. Haftada birkaç kez kendinizle güya dalga geçerek aslında ne kadar cool olduğunuzu vurgulayın.
Ör: Koskoca şirket CEO'sunun düştüğü hallere bak==> Twitpic (fotoğrafta ev işi yapıyor olabilirsiniz mesela) Aslında demek istenen: Ben koskoca bir şirket CEO'suyum, ev işi yapmak berbat ki normalde hiç yapmam ama hazır yapmışken bu fotoğrafı paylaşayım ki kendimle de ne kadar barışık olduğumu görün.

5. Londra'ya gidiyorsanız mutlaka 'London Calling' yazın.

6. New York'a gidiyorsanız mutlaka 'New York, New York' yazın.

7. Havalı olduğunuz yerlere gittiğinizde mutlaka orada olduğunuzu bir fotoğraf veya tweet ile paylaşın. Dikkat edilmesi gereken husus, orada olmanız asla tweet'in ana konusu olmamalı, dolaylı yoldan anlatılmalı.
Ör: Off Bebek'te şu park problemi ne zaman çözülecek!
İstiklal Caddesi yine tıklım tıklım, Şişhane'ye sığındık, şarabımızı yudumluyoruz.
Arabeskçi X U2 konserine gelmiş, rüyasında mı gördü acaba?

8. Yurt dışına çıktığınızda oradan bol bol tweet atın, yukarıdaki kural aynen burada da geçerli. Faturayı düşünmeyin, cool olmanın da bir bedeli var. 
Şunu yapmayın: Paris'e geldik, Eyfel Kulesi ne muazzam!
Şunu yapın: Marais'deki kafelerde takılmak varken neden bütün turistler haldır haldır demir yığınını görmeye gidiyo? Biri bana anlatsın!

9. Anlaşılması zor cümleler kurun ki takipçileriniz sizin zekanızın onların kavrayacağından daha karmaşık şeyler üretebildiğine ikna olsun.
Ör: Değil elektrik, 10.000 titreşim gerek bu trafiği açmak için. 
(Follower'ın düşüneceği: Hmm elektrik? Titreşim? Bunlar nasıl çözer ki trafiği? Trafikle başka şey mi anlatmaya çalışıyo acaba? Yoksa gündemde kaçırdığım bir olay mı var? Tanrım bu X çok zeki ya, ben onun gibi tweet yazmayı bırak daha yazdıklarını anlayamıyorum!)

10. Ünlü follower'ınız varsa sık sık mention edin. 


Veeee sonuç: OMFG! You're soooooo coooooool!


17 Şubat 2011

Balık omuza








Sezon başında 2 Ters 1 Düz'ün internet sitesinde görmüştüm bu balıklı kazağı ve o an aşık olmuştum. Satıldığı iki butiğe koştum ve elim boş döndüm. Aradan aylar geçti... Bir sabah uyandım ve normalde dikkatlice okumadan sildiğim özel alışveriş sitelerinden gelen maillerden birinde 2 Ters 1 Düz satışını gördüm. Daha yüzümü yıkamamıştım ki kendimi kredi kartı numaramı girerken buldum. Günlerce yolunu beklediğim kargo nihayet dün elime geçti ve ben bugün omuzumda balığımla işe gittim!

2 Ters 1 Düz İpek Arnas'ın tamamı el yapımı işlerden oluşan triko markası. (Detaylara ve koleksiyonuna buradan bakabilirsiniz)

Ürünler kadar etiketleri ve kutusuna da bayıldım.


03 Şubat 2011

IFW başladı




İstanbul Fashion Week bugün itibariyle başladı. Ben de ilk karma defileyi (Zeynep Erdoğan, Zeynep Tosun, Niyazi Erdoğan) izlemek için -biraz görev icabı- yollara düştüm ama santralistanbul'un keskin ayazına maruz kalıp geçmekte olan gribimi canlandırmama değdi mi pek emin değilim.

İlk İFW'lere göre organizasyonda tecrübe kazanıldığı belli olsa da hala fazla amatörce her şey. İlk fotoğrafta defileden 15 dakika ncesi salon önündeki yığılmayı görüyorsunuz. İçeride son prova yapılıyor. İzleyicilerin o perdenin hemen ardında olduğunu bilmelersine rağmen, koreograf olduğunu sandıım kişi elinde mikrofon avaz avaz bağırıyor "Eveeet daha hızlı yürüyelim. Zeynep Tosun gelsin! Sen şöyle dur! Bıdıbıdıbıdı!"

Prova bitince mankenlerden bazılar bizleri yarıp bir yerlere doğru gidiyor. Defileden 10 dakika önce, saçı, makyajı yapılmış ve hatta giyinmiş mankenin kulisten çıkmaması gerekmez mi! Her neyse, perde açılıyor ve hurra, önlerden yer kapmak için hücum ediyor herkes. Podyum uzun, oturacak yer de epey var. Kıçımızı koyacak bir yer seçtikten sonra etrafımızı incelemeye başlıyoruz.

İFW müdavimlerini kabaca üçe ayırmak mümkün.

1. Anna Wintour wannabe'si moda dergisi çalışanları. Stajyerinden yayın yönetmenine hepsinde aynı bakış: "Hadi bebeğim, dök hünerlerini ve bana kendini beğendir!".
2. Koluna Balenciaga çanta takıp ayağına bir çift Christian Louboutin geçirerek kendini moda tanrıçası zanneden kokoşlar.
3. Siyah gözlük çerçeveleri sayesinde 500 metreden tanıyabileceğiniz hipster'lar.

Hangi grup daha itici diye düşünürken defile başladı. Zeynep Erdoğan'ı zaten beğenirim. Yeni koleksiyonu da pek güzel. Sİyah bluzları ve renkli desenli trikoları on nümero. Niyazi Erdoğan'ın defilesi epey eğlenceliydi. Orhan Gencabay şarkısı eşliğinde Çiçek Abbas'tan fırlamış gibi görünen bıyıklı mankenler salındı podyumda. Zeynep Tosun'un koleksiyonu da kürk parça hariç güzeldi.